Zamanla herşey değişiyor. Bu cümleyi birçok şeye uyarlamak mümkün ama sanırım en çok parfüme yakışıyor. Değişim parfümün doğasında var. Zaman içerisinde moda ve güzellik akımlarına bağlı değişmesi bir yana parfümler aslında teninize sıktığınız anda değişmeye başlıyor ve kullanıcısını da değiştirmeye…
Bir akşam süper seksi bir kadın gibi hissederken ertesi sabah mis kokan bir azizeye dönüşebiliyorsunuz. İşin büyülü kısmı ise parfümlerin bu farkı neredeyse aynı çiçekler, aynı aromalar ve aynı notalarla yaratması.
Peki bu farkı asıl ne yaratıyor? Birçok etken saymak mümkün , kuşkusuz ilk akla kombinasyonlar geliyor. Gül, tonka fasulyesiyle başka kokuyor, misk’le birleştiğinde bambaşka. Ten farkı da parfümleri farklı algılamamızı sağlıyor. Herkesin vücut kimyası başka, mesela her ikimiz de beyaz tenli olmamıza rağmen Costume National arkadaşımın imzasına dönüştü, bense sürdüğüm müddetçe etrafımdakiler için bir başağrısına. Anlayacağınız farkı yaratan etkenler çok. Ama sanırım benim en çok sevdiğim işin hikaye kısmı.
Her parfümün bir hikayesi vardır size anlatılan ve bir de sizin yaşadığınız. Gördüğünü yazarsın, duyduğunu anlatırsın ama kokladığını tasvir etmek, anlatmak zordur. İşte bu yüzden hikayelerle lanse edilir parfüm, her parfümde yeni bir kadın yaratılır. Ben ticari olarak parfüme yapıştırılan hikayeyi değil parfümü kullandığın müddedetçe sana hatırlattığı hikayeleri seviyorum. Koku duygusunun hafızası hiçbir şeye benzemiyor çünkü. O yüzden de ne zaman parfümlerden konu açılsa, bu konuyla ilgili bir şeyler kaleme almam gerekse istisnasız ilk aklıma annem geliyor. Burun ilk anneyi tanıyor çünkü, en çok onu seviyor, onun olduğu mutlu zamana ait, ki bu çocukluğun oluyor, tüm kokuları hapsediyor ve ömrün boyunca kullanacağın her parfümde ondan bir parça arıyor.
İşte belki de bu yüzden beyaz çiçekler hep en sevdiklerim oldu, tüm çiçekler arasında en zarifleri, en dişi ve en yoğun kokanları. Levente’ki evin banyosundan eksik olmayan yasemin’li sabunu, evin arka bahçesi’ndeki manolya ağacını kazıdım içime. Annemin parfüm seçimlerinde beyaz çiçekler sonradan açtı. Ondan öncesi dönemin tüm kadınları gibi moda olanı seçiyordu.Aslında kendisi doğallıktan yana sade bir kadındır . 80’lerde bile sade bir ruj ve ışıltılı allık ikilisi yeterli oluyordu onun için. Dönemin abartılı ve güçlü güzelliğine sadece saçlarını aslan başı taratarak ve bembeyaz tenine YSL’in Opium’unu ve zaman zamanda da Rive Gauche’sini sürerek ayak uyduruyordu. Tanrım ne parfümler! Her ne kadar döneme damgasını vurmuş ve şimdi birer klasik olsalar da her ikisi de ona uygun parfümler değildi bence, çok fazlaydılar. Ama düşününce hak vermiyor da değilim ona ve dönemin tüm kadınlarına. Omuzlarında yastık boyutunda vatkalar taşırken hafif çiçeksi parfümlerle bu güçlü görüntüyü vurgulamaları imkansız olurdu.
Opium o yıllarda büyük bir yenilikti, modaydı, ilk defa çiçekler amber, paçuli ve vanilya gibi yoğun ve aromatik oryantal notalarla ateşli bir kadına dönüşmüştü. Çiçek parfümde alışılagelmişin dışında kullanılmıştı, seksiydi.
Kullananların kesinlikle daha kadınsı ve olgun hissettiklerine eminim, beni ayrıca kokusu kadar Pierre Dinand tasarımı, kapağından püskül geçip sarkan şişesi de çok etkilemiştir. Barbie’lerimi süslemek için o püskülü çıkarmayı çok denedim, ama öyle bir tasarımdı ki her seferinde başarısız oldum.
Neyseki birkaç yıl sonra Amerika’dan bir yardım eli uzandı da, rahatladık. Aile dostlarımız anneme hediye olarak Giorgio Beverly Hills getirdiler. Orta notalarındaki gardenya, sümbülbeter, orkide gibi beyaz çiçekler , dip notalarındaki sandal ağacı, sedir ağacı, misk, amber, vanilya gibi başka güçlü kokularla karışmasına karşın parfüm yormuyordu ya da bana öyle geliyordu. 80’lerin sonuydu annemin Hanedan’ı izlerken böyle kokması gerekiyordu. Parfümün çiçekleri zenginlik ve adı üzerinde Beverly Hills’in şaşalı hayatlarına gönderme yapıyordu sanki.
90’ların başında evde parfüm kullananlara biri daha eklendi, ben. Cacharel Lou Lou ile kutsandım, bilmeden beyaz çiçekleri seçmiştim ama biraz daha balsamik biraz daha baharatlı olanlarını. Tam istediğim gibi kokmadığımı biliyordum. Sonuçta bir parfüm sürdüğümüzde bunu bizim kadar başkaları da sevsin isteriz, çünkü artık bizi temsil edecek yeni bir aksesuarımız vardır. Bize aittir. Ama etrafta kimse bana dönüp de ‘parfümün nedir?’ diye daha sormamıştı.
Bu önemliydi. Bu arada annem, buram buram Paris kokuyordu, YSL’in Paris’i, pudralanmış çiçekler en çok da gül kokuyordu, Anneme yakışmasına yakışmıştı ama yine de onun için ağırdı. Birkaç yıl sonra okulda Jean Paul Gaultier Classique ortalığı yakıp kavuruyordu. Beyaz çiçekler tatlıya batırılmıştı sanki. Özellikle de Thierry Mugler’in şerbetli Angel’ından sonra yanaşmadım tatlı parfümlere, bana olmuyordu. Kesinlikle koyu tenlilere yakışıyordu çikolata kokmak. Ya da o dönem solaryum’a giden bir dolu kız bunu kullandığı için böyle düşünüyor olabilirim. Dediğim gibi her parfüm kendi hikayesini yaratır.
90’ların ortalarında efsanevi CK One dönemi başladığında beyaz çiçeklerin belirgin kokuları kadar beni başka bir şeylerin daha çektiğini anladım; limon ailesi. Bergamot, limon ağacı, neroli gibi akorlarla bu dönemin parfümlerindeki çiçeklere tazelik gelmişti. 90’ların çiçekleri değişiyordu, taze birliktelikler içerisindeydiler, sürdüğünüzde olduğunuzdan daha enerjik ve genç hissetmeye başlıyordunuz.
Hayatımın en güzel ve doğru parfümleri hayatıma girmek üzereydi, önce uzun süre zambak, lotus ve kavun karışımı L’eau D’Issey ile anıldı adım, ardından da hala kopamadığım, bir yaz gecesi gibi koktuğumu hissettiren Davidoff Cool Water’la. Her ikisini de o dönemki erkek arkadaşım yani şimdiki kocamın benim için seçmesi ve bana almış olması ise ayrı bir konu. İlerki yıllarda güzellik editörü olup, çeşit çeşit parfümlere boğulduğumda bile Davidoff’a asla ihanet etmedim. ‘-Artık onun modası geçti, 90’lar kokuyorsun!’ dediklerinde bile hep onu sevdim. Böyleyimdir ben, bir şeyi sevmeye göreyim.
Benim parfüm hikayelerim yazılırken, annem de Estee Lauder Pleasures ile narin bir çiçek demeti şeklinde dolaşarak, sonunda tüm kafaları kendine çevirtiyordu.
2000’lerde, beyaz çiçeklerin etrafını güç sardı. Kontrastlar daha çekici geldi. Kadınsı olmak kadar maskülen izler taşımak da dikkat çekti. Yeri geldi beyaz çiçekler Thierry Mugler, Alien’da olduğu gibi musk gibi hayvansal kokularla eşleşti, yeri geldi Tom Ford’un Black Orchid’inde ki gibi sıcak baharatlarla afrodizyak bir iksire dönüştü. Paçuli, odunsu parfüm ailesinin en dikkat cekici üyesi oldu. Seksi, aromatik ve güçlüydü. Chanel’in Chance’ında, Christian Dior’un Miss Dior Cherie’sinde ve Gucci Guilty’de olduğu gibi ünlü moda evlerinin parfümlerindeki beyaz çiçekler, onunla güçlendi. Benim için de değişim başladı.
Güzellik editörü olmamla beraber parfümlerin hikayesi farklılaştı, denemem ve tanımam için yollanan parfümler tuvalet masamın üzerini işgal ettiler. Annem bu durumdan çok mutluydu, sonunda onun için en doğrusunu seçtik. Chanel No 5 Eau Premiere ile imzam diye tanımlayacağı kokusuna kavuştu. Beyaz çiçeklerin en güzeli yasemin kokan bir kadın artık.
Beyaz çiçekler, kimi zaman Elie Saab Le parfum’deki gibi başrolde , ya da Guerlain Idylle’deki gibi yardımcı oyuncu şeklinde var olmaya devam ediyorlar. Odunsu, biberli, balsamik, tatlı, sulu tüm parfüm aileleri için ideal gelin oluyorlar.
Son yıllarda herşeyde olduğu gibi parfüm konusunda da kişiselleşme yükselen trend. Parfümler yeni arayışlara gebe. Yeri geldiğinde tamamen sentetik içerikleriyle daha önce kokmadıkları gibi kokabiliyorlar. Sanırım bunun en güzel örneği, Juliet Has A Gone’ın ‘Not A Perfume’ isimli parfümü, tamamen sentetik bir içerik olan ambroxan’dan yaradılmış, uzun süre kalıcı ve kesinlikle tende değişmiyor. Ve uzun yıllardır aradığım temiz yatak çarşafı kokusunun ta kendisi.
Ama asıl benim için en büyük yenilik 2000’lerde aileye iki kadının daha eklenmesi oldu. Birine beyaz çiçeklerin gözdesi olan Yasemin dedik, diğerine de limon ailesinin en güzel kokusu Melisa. Tek başlarına da çok güzeller ama beraberken daha güçlüler. Canım çektikçe kokluyorum onları ve ilerde onların parfüm hikayelerinde nasıl bir anne kokusundan bahsedecekler, beni nasıl anlatacaklar çok merak ediyorum.