Madrid benim için bir gün nasılsa giderim dediğim ama hep önüne başka şehirlerin geçtiği bir rota oldu. Barcelona’yı inanılmaz sevdiğim için sanırım onun yanına yaklaşamaz hissim hep çok baskındı. Ancak gördüm ki Barcelona’yı hiç karıştırmadan Madrid değerlendirmesi yapılmalı. Bambaşka iki dünya olduğunu bilerek gitmeli, aksi Madrid’e haksızlık olur.
Madrid’i tek bir kelimeyle anlatmak zor. Çünkü bu şehir aynı anda çok fazla şeyi temsil ediyor. Hem ağırbaşlı, hem de dinamik, kuralı yok. Bir başka deyişle bu şehir kimseyi zorlamıyor. Yani ne nasıl giyindiğinle, ne nerede oturacağınla, ne de ne kadar “şehirli” olman gerektiğiyle ilgileniyor. Turistik ama yapay değil; kozmopolit ama mesafeli değil, şık ama kasıntı hiç değil. Bohem, rahat, şık, özgür ve her türden yaşamı içine alacak kadar kapsayıcı. Belki de Madrid’i bu kadar sevilir kılan şey tam olarak bu dengesi.



Bunlara ek olarak Aralık ayının başında şehir bambaşka bir ritimdeydi doğal olarak. Christmas heyecanı ile her yer pırıl pırıl, vitrinler süslenmiş, sokaklar kalabalıktı. Dev yılbaşı ağaçları ile meydanlar ve Christmas Market’lar kalabalığı kendisine çekerken caddeler de bu güzellikten kendi payına düşeni alan tatlı bir kalabalıkla doluydu. Hava 13–14 derece civarında, yürümek de çok keyifli oldu. Ancak Madrid’e tekrar gittiğimde bu kez tercihim Christmas kalabalığının olduğu bu vakitler değil, daha sakin bir bahar ayı olacak. Bunu da baş döndüren hafta sonu kalabalığından sonra kendime not aldım. Hafta sonu geçince kalabalık sakinleşti, daha keyifli oldu şehir.



Madrid’de Sokaklar, Caddeler ve Şehrin Sahnesi
Madrid, yirmi bir mahalleden oluşan ve sokakta yaşanan bir şehir. Bu mahallelerin görülmesi gerekenlerini Sol & Gran Via, Austrias, Malasana, Bairro de la letras & Huertas, La Latina, Lavapiés, Salamanca, Retiro ve Chueca olarak sıralayabiliriz. Zaten birinden girdiniz mi diğerinden çıkıyorsunuz. Merkezi bir noktada kalıyorsanız bizim gibi maksimum yirmi dakikada yürüyerek her yerine ulaşabilirsiniz. Bir de şehrin düz olması büyük avantaj.
Sokaklarından geçerken her birinin karakteristiğini fark ediyorsunuz. Kimi rengarenk binaları ile neşeli, kimi yerel kimlikleri ile bohem, kimi net çizgileri ve sadelikleri ile şık. Kendine özgü bir dili, kimliği var bu şehrin.









Her bir köşede kafanızı kaldırdığınızda karşılacağınız seramik sokak isimlikleri tam da bahsettiğim kendine özgü havayı yaratanlardan. Burası minik dokunuşlarla kendine özgü olmayı başarmış koskocaman bir başkent. Koskocaman ama bunaltıcı da değil. Çünkü nefes alma alanları çok. Meydanlarının yanı sıra parkları muazzam güzellikte. Özellikle Retiro Park yürüyüş yapmak, göl kenarında kısa bir mola vermek ya da Kristal Saray’ın önünde durup sadece yavaşlamak için ideal. Madrid’de tempo ne kadar yükselirse yükselsin, duracak bir alan mutlaka bulunuyor. Retiro Park’tayken İstanbul’da böyle bir alanımız olsaydı keşke demekten de kendimi alamadığımı eklemeliyim.



Genişliği, görkemi ve kalabalığıyla şehrin en büyük alışveriş caddesi Gran Vía için şehrin sahnesi diyebiliriz. Paris için Champs-Élysées neyse Madrid için de Gran Vía o. Cadde üzerinde bulunan en meşhur yapı Metropolis Binası. Dünyada en çok fotoğrafı çekilen binalardan biri. Ancak bu caddedeki hemen hemen tüm binalar aynı şıklıkta. Gün batımı saatlerinde buralardaysanız güneşin bu binaların üstüne batışının yarattığı ışık oyunlarını izlemelisiniz.


Salamanca ise Madrid’in 19. yüzyıldan kalma en lüks mahallesi. Şehrin en ünlü moda evlerinin butikleri, çeşitli restoranlar, dünyaca ünlü moda devlerinin mağazaları bu bölgeyi boydan boya geçen Serrano Caddesi’nde sıralanıyor.
Malasaña’ya döndüğünüzde ise her şey daha rahat. Duvar yazıları, vintage dükkânlar, küçük kafeler. Madrid’in bohem ve özgür yüzü hâlâ burada yaşıyor.
Madrid’in ana üçgeni Plaza Mayor, Puerta del Sol ve Madrid Kraliyet Sarayı gibi en ikonik meydanları ve yapılarının kümelendiği tarihi çekirdeğini oluşturan bölgesi. Bu bölgeden çokça geçeceksiniz. Puerta del Sol’deki yemiş yiyen ayı (El Oso y el Madroño) heykeli Madrid’in simgesi. Yine İspanya’daki (hatta İber Yarımadası’ndaki) tüm karayollarının başlangıç noktası sayılan “sıfır kilometre” taşı da bu meydanda.
Bir diğer üçgen de “Altın Sanat Üçgeni” denilen üç devasa müzeyi kapsıyor: Velazquez ve Goya’nın eserlerine de ev sahipliği yapan Museo del Prado 13. yüzyıl İtalyan ustalarından Rönesans’a ve “pop art”a kadar eserlerle dolu Thyssen-Bornemisza Museo Nacional ve Picasso, Dali ve Miro’ya da ev sahipliği yapan Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofia. Bu müzelerden en azından birini, sanata meraklıysanız da hepsini gezmek, görmek bile başlı başına Madrid’i ziyaret sebebi zaten.





Bu müzeler Madrid’in neden sadece turistik değil, aynı zamanda kültürel bir başkent olduğunu net biçimde gösteriyor.
Doymamak Mümkün Değil!
Madrid’de yemek bir ritüel değil, bir alışkanlık. Bir barın önünde ayakta yenilen tapaslar, hızlı ama keyifli molalar…
Kalamar sandviç (bocadillo de calamares) şehrin en net imzalarından biri. Basit ama lezzetli. Denizi olmayan bir şehrin kalamarının bu kadar ünlü ve lezzetli olması da enteresan. Paella iyi bir restoranda yenildiğinde çok lezzetli. Tapas ise zaten başlı başına bir kültür: tortilla, croquetas, patatas bravas… Soğuk bir akşamda, yürüyüş yaparken hatta kahvaltıda sıcak çikolata ve churros yemek ise Madrid kışının olmazsa olmazı. San Ginés gibi klasik bir adres, ancak her yerde var ve hemen hemen hepsi çok güzel. Mercado San Miguel, ayaküstü atıştırılabilecek tüm Madrid mutfağını bulabileceğiniz dev bir yeme içme marketi. Benzerleri de şehrin bir kaç yerinde daha var. Madrid, yeme içme konusunda memnun kalmamanız oldukça zor olan, alternatif bol, lezzetli mutfağıyla bu anlamda da tatmin edici bir rota.
Son Söz;
Madrid her köşesinde size farklı hissettiren bir şehir. Yemesiyle, içmesiyle, sanatıyla, estetiği, tarihi, modernizmi ile… O gün nasıl biri olmak isterseniz Madrid tam da onu sunuyor size. Barcelona güzel, neşeli, unutulmaz bir Akdeniz kadınıyken, Madrid süprizli olduğu kadar dengeli, istediğini veren, kararlı bir İspanyol ateşi.
Madrid bir başkent ama resmî değil.
Şık ama rahat.
Bohem ama dağınık değil.
Kozmopolit ama yabancılaştırıcı hiç değil.
Bu şehir, insanı olduğu haliyle kabul ediyor.
Ve belki de tam bu yüzden, Madrid’den ayrılırken aklımda tek bir düşünce vardı:
Buraya bir daha gelinir!



